http://www.harunyahya.org/evrim/yaratilis_atlasi_cilt3/res/piltdown.jpg

1 Şubat 2010 Pazartesi

Darwinistler, Sahte Evrim Delilleri ile Teorilerini Ayakta Tutmaya Çalışmaktadırlar
Darwinizm, moleküler biyolojide, genetikte, paleontolojide, biyomatematikte yaşanan gelişmeler karşısında çaresiz kalmıştır. Çeşitli bilim dalları tarafından ortaya konulan sayısız bulgu, evrimin hiçbir zaman gerçekleşmediğini çok açık ve kesin olarak göstermektedir. İşte bu, Darwinist yenilgidir. Darwinist yenilginin en önemli göstergelerinden biri ise, sahte deliller, hiçbir gerçekliği olmayan hayali senaryolardır.
Evrim teorisinin tarihi, birbirinden çeşitli sayısız sahte delil örneği ile doludur. Darwinistler, bir insan kafatasına yeni ölmüş bir orangutan çenesinin eklenmesi ile oluşturulan ve 40 yıl boyunca bilimsel delil olarak sergilenen Piltdown adamı sahtekarlığını örtbas etmişlerdir. Bir domuza ait azı dişini Nebraska adamı olarak ilan edip, onun ailesiyle birlikte sosyal hayat içinde rekonstrüksiyonlarını çizmekten çekinmemişlerdir. Darwinistler, ağaç gövdelerine açık ve koyu renklerde güveler yapıştırıp, bunu tüm dünyaya bilimsel bir evrim delili olarak göstermeye yeltenmişlerdir. Dinozor fosiline tüy eklemiş, sahte embriyo çizimleriyle insanın gelişim safhalarında evrimin gerçekleştiği iddiasında bulunmuşlardır. Darwinistler, Kambriyen dönemine (543-490 milyon yıl önce) ait olağanüstü komplekslikteki fosil örneklerini, evrim teorisini tamamen geçersiz kıldıkları için, 70 yıl boyunca Smithsonian müzesinin deposunda saklamakta sakınca görmemişlerdir. İşte Darwinizm tarihi, bilim adına yapılmış ve insanları kesin olarak aldatmayı amaçlamış inanılması güç sahtekarlık örnekleri ile doludur. Bu sahtekarlıkları yapanlar; evrimci bilim adamları, profesörler ve paleontologlardır. Bu durum, evrim ideolojisinin bilim adamlarını sahtekarlığa sürükleyecek kadar güçlü bir din olduğunu göstermektedir.
Darwinist yayınlarda ısrarla gündemde tutulmaya çalışılan atın evrimi senaryosu ise, pek çok evrimci bilim adamının itiraf ettiği gibi, ciddi anlamda bir düzmece üzerine kuruludur. Bu senaryo, Hindistan, Güney Amerika, Kuzey Amerika ve Avrupa'da değişik zamanlarda yaşamış, farklı tür canlılara ait fosillerin evrimcilerin hayal güçleri doğrultusunda küçükten büyüğe doğru dizilmesiyle oluşturulan şemalarla ortaya atılmıştır. Değişik araştırmacıların öne sürdükleri 20'den fazla değişik atın evrimi şeması vardır. Hepsi de birbirinden farklı olan bu soy ağaçları hakkında evrimciler arasında da görüş birliği yoktur. Bu sıralamalardaki tek ortak nokta, 55 milyon yıl önceki Eosen devrinde yaşamış Eohippus (Hyracotherium) adlı köpek benzeri bir canlının atın ilk atası olduğuna inanılmasıdır. Oysa atın milyonlarca yıl önce yok olmuş atası olarak sunulan Eohippus, halen Afrika'da yaşayan ve atla hiçbir ilgisi ve benzerliği olmayan Hyrax isimli hayvanın hemen hemen aynısıdır.1
Atın evrimi iddiasının tutarsızlığı, her geçen gün ortaya çıkan yeni fosil bulgularıyla daha açık olarak anlaşılmaktadır. Eohippus ile aynı katmanda, günümüzde yaşayan at cinslerinin de (Equus nevadensis ve Equus occidentalis) fosillerinin bulunduğu tespit edilmiştir.2 Bu, günümüzdeki at ile onun sözde atasının aynı zamanda yaşadığını göstermektedir ki, atın evrimi denen sürecin hiçbir zaman yaşanmadığının kanıtıdır.
Tüm bu gerçekler, evrimin en sağlam delillerinden birisi gibi sunulan atın evrimi şemalarının, hiçbir geçerliliğe sahip olmayan hayali sıralamalar olduklarını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Darwinistlerin yayınlarında sürekli bu sıralamaları sunarak deliller getirmeye çalışmaları boşunadır. Evrimciler tarafından bile geçersiz olarak kabul edilen bu şemalar, bilimsel anlamda hiçbir geçerliliğe sahip değildir ve söz konusu ideolojiyi ayakta tutabilmek için başvurulmuş bir başka sahtekarlık örneğidir. Diğer türler gibi atlar da, evrimsel bir ataya sahip olmadan var olmuşlardır, onlar da diğer canlılar gibi yüce Allah'ın eserleridir. Darwinist propaganda, şimdiye kadar bilgisiz halkı aldatmış olabilir. Ama hak olan batıl olanı yok etmiş ve evrim sahtekarlıkları ve Yaratılış delilleri artık gözler önüne sunulmuştur. Söz konusu sahtekarlıklar üzerine yapılan yeni spekülasyonlar gerçeği değiştirmeyecek, artık açık şekilde bilgilenmiş olan insanlarımızın kanaatini değiştirmeyecektir.
1 Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields, 1982, s. 30-31
2 Francis Hitching, The Neck of the Giraffe, s. 30-31

27 Ocak 2010 Çarşamba


EVRİMCİLER İMKANSIZA İNANIRLAR!
Evrim teorisi, bilim tarafından yalanlanan, akla ve mantığa da hiçbir şekilde uymayan bir teoridir. Ama Allah'ı inkar eden felsefelere sözde "bilimsel" bir temel oluşturduğu için birçok bilim adamı tarafından savunulmakta ve büyük bir propaganda ile kitlelere telkin edilmektedir. Bir "büyü" gibi tanımlayabileceğimiz evrim telkini öylesine güçlüdür ki, oldukça zeki ve bilgi sahibi olan insanlar dahi, bu büyüden kendilerini kurtaramamakta ve inanılmayacak kadar mantık dışı, hatta çocukların dahi imkansızlığını anlayabilecekleri iddialara inanmaktadırlar. Üstelik bu iddiaları büyük bir hararetle savunmaktadırlar.

http://www.darwinizmdini.com/res_k/3.jpg(Sağda )Evrim teorisini eleştiren kitapları ile tanınan Philip E. Johnson, Defeating Darwinism by Opening Minds (Zihinleri Açarak Darwinizm'i Yenmek) isimli kitabında evrimcilerin Darwinizm'in iddialarına hiç düşünmeden, bir ön kabulle inandıklarını ve aslında bu iddiaların ne anlama geldiğini hiç düşünmediklerini şöyle ifade etmiştir: 

Bu konu üzerinde üniversitelerdeki konuşmalarım ve tartışmalarımdan edindiğim tecrübelerim bilim adamlarının ve profesörlerin akıllarının evrim konusunda karışık olduğunu gösterdi. Birçok detay biliyorlar, ama temelini anlamıyorlar. Söylediklerinin ne anlama geldiğini düşünmüyorlar. Bir ön kabul oluşuyor. Örneğin bir molekülden insana (doğru ilerleyen sözde) evrimin, köpek çeşitleri veya gagalardaki farklılıklarla açıklayabilecekleri kadar basit bir işlem olduğunu zannediyorlar. Fosillerin Darwinizm'i doğruladığını, maymunların eğer doğal seleksiyon gibi bir mekanizma ile desteklenirlerse hiç yanlışsız olarak Hamlet'i daktilo edebileceklerine inanabiliyorlar. Philip E. Johnson, Defeating Darwinism  by Opening Minds., Intervarsity Press, 1997 s.11 

/clip_image002.jpgJohnson'ın bu sözleri, evrimcilerin içinde bulundukları karmaşık ruh halinin kısa bir özetidir. Aynı gerçeğe, ünlü Avustralyalı moleküler biyolog  Michael Denton da, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabında (solda) dikkat çeker. Denton, bir Darwinist'in canlıların olağanüstü derecede kompleks sistemlerinin "tesadüflerin eseri" diye görmesindeki garipliği şöyle anlatmaktadır:

Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da bin ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eşdeğerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, insan aklına yönelik bir saldırıdır. Ama bir Darwinist, bu düşünceyi en ufak bir şüphe belirtisi bile göstermeden kabul eder! Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s. 351

Darwinizm'in akılları kör eden bu büyüsünün insanlar üzerinde ne denli güçlü bir etki oluşturduğunu ve insanlık için ne derece tehlikeli olduğunu göstermek için, Darwinciler'in normal bir akıl ve şuurla inanılması imkansız olan iddialarından bazılarına yer verilecektir. Aynı zamanda bu iddiaların bilimsel yönden neden geçersiz oldukları da kısaca anlatılacaktır. (Bu bölümdeki teknik konularla ilgili daha detaylı bilgiyi http://www.hayatingercekkokeni.com/  ,http://www.evrimincokusu.com/  adlı internet sitelerinden edinebilirsiniz.)

23 Ocak 2010 Cumartesi

22 Ocak 2010 Cuma

FOSİLLER EVRİMİ YALANLIYOR


FOSİLLER EVRİMİ REDDEDER

Şunu kabul etmeliyiz ki, fosil kayıtlarında yaratılışçıların görüşlerine ters düşecek hiçbir şey yok.Edmund Ambrose

Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüzmilyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız ara türlerin oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.

Ara-Geçiş Formları Çıkmazı 

Bu iddiaya göre geçmişte, balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali yaratıklara "ara-geçiş formu" adını verirler.

Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Çünkü bu ara geçiş formlarının sayısının bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması ve dünyanın dört bir yanının fosilleşmiş ara geçiş formu kalıntılarıyla dolu olması lazımdır. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.

Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu da görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin Sorunları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı: Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280

Darwin'in bu büyük açmaz karşısında öne sürdüğü tek açıklama ise, o dönemdeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğuydu. Fosil kayıtları detaylı olarak incelendiğinde, kayıp ara formların mutlaka bulunacağını iddia etmişti. Evrimciler Darwin'in bu kehanetine inanarak, 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yaparak bu ara geçiş formlarını aradılar. Oysa, büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarına asla rastlanamadı. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını gösterdi. Evrimciler, teorilerini kanıtlamaya çalışırlarken, onu kendi elleriyle çökertmişlerdi. Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological Association, cilt 87, 1976, s. 133.

Bir başka evrimci paleontolog Mark Czarnecki şu yorumu yapar: Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur... Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin'in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Ve bu beklenmedik durum, türlerin Tanrı tarafından yaratıldığını savunan yaratılışçı argümana destek sağlamıştır. Mark Czarnecki, "The Revival of the Creationist Crusade", MacLean's, 19 Ocak 1981, s. 56.

YAŞAYAN FOSİLLER


Günümüzdeki örneklerinden hiçbir farkı olmayan milyonlarca yıllık fosillerden birkaçı. Bu canlı kalıntıları, canlıların evrim sonucu değil, kusursuz bir yaratılış sonucunda ortaya çıktıklarının ve asla bir evrim geçirmediklerinin açık birer delilidir.


Milyonlarca yıllık yaban arısı fosili ile günümüzdeki yaban arılarının hiçbir farkı bulunmamaktadır.


Günümüz yusufçuğu ile 135 milyon yıllık fosili birbirinin aynısıdır.


Yanda görülmekte olan brittle star fosilinin yaşı 400 milyon yıldır ve üstte görülmekte olan günümüz brittle star ile aralarında hiçbir değişiklik yoktur.


Yanda hiçbir değişikliğe uğramamış bir kaplumbağa ve 50 milyon yıllık bir kaplumbağa fosili görülmektedir.


195 milyon yıllık karides fosili ile günümüz karidesleri arasında hiçbir farklılık bulunmamaktadır.


100 milyon yıllık karınca fosili ile günümüzde yaşayan bir karınca karşılaştırıldığında karıncaların da evrim geçirmedikleri açıkça görülmektedir.

Fosil kayıtlarındaki bu boşluklar, yeterince fosil bulunamadığı ve bir gün aranan fosillerin ele geçeceği gibi bir avuntuyla da açıklanamaz. Amerikalı paleontolog R. Wesson da, 1991'de yayınlanan Beyond Natural Selection adlı kitabında "fosil kayıtlarındaki boşlukların gerçek ve olgusal" olduklarını şöyle açıklamaktadır:Ne var ki, fosil kayıtlarındaki boşluklar gerçektir. Herhangi bir (evrimsel) soyoluşumunu gösterecek kayıtların yokluğu, son derece olgusaldır. Türler genellikle çok uzun zamandilimleri boyunca sabit kalırlar. Türler ve özellikle cinsler hiç bir zaman yeni bir türe ya da cinse doğru evrim göstermezler. Bunun yerine, bir tür ya da cinsin bir diğeriyle yer değiştirdiği gözlenir. Değişim ise çoğunlukla anidir. (R. Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge, MA, 1991, p. 45.)

40 milyon yıllık çekirgenin günümüzde yaşayan çekirgelerden hiçbir farkı yoktur. Yani hiçbir değişim geçirmemiştir.


90-94 milyon yıllık gecko fosili de canlıların hiçbir evrim geçirmediklerinin delillerinden biridir.


90-94 milyon yıllık kurbağa fosilinden de anlaşıldığı gibi 90 yıl önce kurbağalar nasıllarsa günümüzde de aynı şekildedirler.


Denizlerin en tehlikeli canlılarından biri olan köpekbalığı ve 400 milyon yıllık fosili bize köpekbalıklarının hiçbir evrim süreci geçirmediğini açıkça göstermektedir.

EVRİM HAYAL GÜCÜ ÜRÜNÜDÜR


EVRİM, DARWIN’İN HAYAL GÜCÜNE DAYANIR

Milyonlarca yıldır kusursuzca devam eden sistemlerin, tesadüflerin başarısı (!) olduğunu düşünmek  akıl sahibi herkesin gülünç bulacağı bir hayaldir.( Dr. Lee Spetner,)


Bugünkü savunulduğu şekliyle evrim teorisini ortaya atan kişi, amatör bir İngiliz doğabilimci olan Charles Robert Darwin'dir. Darwin hiçbir zaman gerçek bir biyoloji eğitimi almamıştı. Doğa ve canlılar konusunda sadece amatör bir ilgiye sahipti. Bu ilgisinin bir sonucu olarak, 1832 yılında İngiltere'den yola çıkan ve beş yıl boyunca dünyanın farklı bölgelerini gezen H.M.S. Beagle adlı resmi keşif gemisinde gönüllü olarak yer aldı. Genç Darwin, bu gezi sırasında gördüğü farklı canlı türlerinden, özellikle de Galapagos Adaları'nda gördüğü farklı ispinoz türlerinden çok etkilenmişti. Bu kuşların gagalarındaki farkların, çevreye uyum sağlamalarından kaynaklandığını düşündü. Bu düşünceden hareketle canlılardaki bütün çeşitliliğin kökeninde "çevreye uyum" kavramının olduğunu varsaydı. Darwin bu düşüncesi ile, Allah'ın canlı türlerini ayrı ayrı yarattığı gerçeğine karşı çıkmış ve canlıların ortak bir atadan gelerek doğa şartları sonucunda birbirlerinden farklılaştıklarını öne sürmüştür.


Charles Darwin
Darwin'in bu varsayımı hiçbir bilimsel bulgu ya da deneye dayanmıyordu. Ancak Darwin, dönemin ünlü materyalist biyologlarından aldığı destek ve teşviklerle, bu varsayımlarını zamanla iddialı bir teori haline getirdi. Bu teoriye göre canlılar tek bir ilkel atadan geliyorlardı ama çok uzun bir süreç içinde küçük küçük değişimlere uğramışlardı ve böylece farklılaşmışlardı. Ortama en iyi şekilde uyum sağlayanlar özelliklerini gelecek nesillere aktarıyor, böylece bu yararlı değişimler zamanla birikerek bireyi, atalarından tamamen farklı bir canlıya dönüştürüyordu. (Bu "yararlı değişimler"in kökeninin ne olduğu ise meçhuldü.) Darwin'e göre insan da, bu hayali mekanizmanın en gelişmiş ürünüydü.

Darwin hayal gücünde canlandırdığı bu mekanizmaya "doğal seleksiyonla evrim" adını verdi. Artık, "türlerin kökeni"ni bulduğunu düşünüyordu: Bir türün kökeni başka bir türdü. Bu fikirlerini 1859 yılında Türlerin Kökeni adlı kitabında açıkladı.

Ancak Darwin teorisinin pek çok açmazla karşı karşıya olduğunun farkındaydı. Bunları kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory) adlı bölümünde itiraf ediyordu. Bu "zorlukların" başında, fosil kayıtları, canlılardaki tesadüfle açıklanması mümkün olmayan kompleks organlar (örneğin göz), canlıların içgüdüleri gibi konular geliyordu. Darwin bu zorlukların ileride yapılacak yeni keşiflerle çözüleceğini ummuş, bazılarına da çok yetersiz açıklamalar getirmişti. Amerikalı fizikçi Lipson, Darwin'in bu "zorlukları" hakkında şu yorumu yapar:
Türlerin Kökeni'ni ilk okuduğumda Darwin'in genelde sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark etmiştim. "Teorinin Zorlukları" başlıklı bölüm, örneğin, çok belirgin bir güvensizlik yansıtmaktadır. Bir fizikçi olarak, gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği yönündeki yorumları karşısında şaşkınlığa düştüm.

DARWIN ZAMANINDAKİ İLKEL BİLİM VE TEKNOLOJİ


Hücrenin yapısının incelenmesi ancak elektron mikroskobunun bulunmasıyla mümkün olabildi. Darwin zamanında ise yanda görülen ilkel mikroskoplarla hücrenin ancak dış yüzeyine ulaşılabilmişti.
Darwin'in, varsayımlarını öne sürdüğü dönemde genetik, biyokimya, biyomatematik gibi bilim dallarının henüz hiçbiri ortada yoktu. Sözünü ettiğimiz bilimler eğer Darwin'in bu tezinden daha önce keşfedilmiş olsaydı, Darwin, teorisinin tamamen bilim dışı olduğunu görecek ve böyle anlamsız bir iddiaya kalkışmayacaktı. Zira türleri belirleyen bilgiler genlerde mevcuttu ve doğal şartların genlerde değişiklikler meydana getirerek yeni türler türetmesi mümkün değildi. 
Yine o dönemde bilim dünyası, hücrenin yapısı ve fonksiyonları hakkında son derece ilkel bir anlayışa sahipti. Eğer Darwin elektron mikroskobuna sahip olsaydı, hücredeki ve hücrenin organellerindeki akıl almaz karmaşıklığa bizzat şahit olacaktı. Bu denli kompleks bir sistemin küçük rastlantısal değişimlerle meydana gelemeyeceğini kendi gözleriyle görecekti. Eğer biyomatematikten haberi olsaydı, değil hücrenin, tek bir protein molekülünün bile rastlantılarla oluşamayacağını anlayacaktı.
Darwin'in en büyük zorluğu ise, teorisinin sorunlarına çözüm getirmesini umduğu bilimin gerçekte bu sorunları dev boyutlara taşıması olacaktı. Darwin teorisini geliştirirken, kendisinden önceki pek çok evrimci biyologtan, özellikle de Fransız biyolog Lamarck'tan etkilenmişti.Lamarck'a göre canlılar yaşamları sırasında kazandıkları özellikleri sonraki nesle aktarıyorlar, böylece evrimleşiyorlardı. Örneğin zürafalar, ceylan benzeri hayvanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı. Darwin de canlıları evrimleştiren etken olarak, Lamarck'ın "kazanılmış özelliklerin aktarılması" tezine başvurdu.
Oysa gerek Lamarck gerekse Darwin yanılıyorlardı. Çünkü o dönemde canlılık çok ilkel bir teknoloji ile çok yetersiz bir düzeyde incelenebiliyordu. Genetik ve biyokimya gibi bilim dallarının henüz adları bile yoktu. Teorileri sadece hayal gücüne dayanıyordu.

Darwin'in kitabının yol açtığı yankılar sürerken Avusturyalı botanikçi Gregor Mendel 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetti. Mendel'in yüzyılın sonuna kadar pek duyulmayan keşifleri 1900'lü yılların başında genetik biliminin ortaya çıkmasıyla önem kazandı. Yine aynı yıllarda genler ve kromozomların yapısı keşfedildi. 1950'li yıllarda genetik bilgiyi saklayan DNA molekülünün keşfi ise teoriyi büyük bir krize soktu. Çünkü hem canlılığın Darwin'in sandığından çok daha kompleks olduğu, hem de Darwin'in öne sürdüğü evrim mekanizmalarının geçersizliği ortaya çıkmıştı.
Bütün bu gelişmelerin, Darwin'in teorisini tarihin tozlu raflarına kaldırması gerekirdi. Ancak belli çevreler ısrarla teoriyi yenilemeye ve her ne şekilde olursa olsun bilimsel platforma yerleştirmeye çalıştılar. Bütün bu çabalar, teorinin ardında bilimsel kaygılardan çok ideolojik birtakım hedeflerin olduğunu göstermesi açısından oldukça anlamlıydı.





VİRÜSLER EVRİM GEÇİRMEZ, SAHTE EVRİMİN KANITI DEĞİLDİRLER

14 Ağustos 2009 tarihinde yayınlanan Sansürsüz programında, virüslerin mutasyon geçirmesinin, canlıların evrimle meydana gelemesine delil olduğu yanılgısı gündeme gelmiştir. Katılımcılardan Ender Helvacıoğlu, domuz gribi ve kuş gribi gibi hastalıkların virüslerinin, kendi kendine oluştuğu iddiasına değinmiştir.

Virüsler, bilinen canlı hücrelerinden farklı organizmalardır ve hayatta kalabilmek için mutlaka bir canlı hücresine ihtiyaç duyarlar. Virüsler, organelleri olmayan protein kılıflarından ibarettirler. Virüslerde de DNA ve RNA yapıları mevcuttur ve bu yapılarda zaman zaman mutasyonlar meydana gelir. Virüslerde meydana gelen mutasyonların, diğer canlı hücrelerinde meydana gelen mutasyonlardan farkı, virüslerde meydana gelen mutasyonların çoğunun virüslere bir zarar vermemesidir. Çünkü virüsler, tek başına fonksiyonel bir özelliğe sahip değildirler, işlev gösterebilmeleri için mutlaka bir başka hücreye yerleşip onun imkanlarından faydalanmaları gerekmektedir. Fakat diğer organizmalar için durum farklıdır. Örneğin aynı mutasyonların meydana geldiği bir bakteri hücresi derhal hastalanacak ve ölecektir.

Darwinistler, virüslerde meydana gelen mutasyonları, kendi teorilerine delil göstermeye çabalamaktadırlar. Bunun için tek dayanak noktaları söz konusu mutasyonların virüse zarar vermemesidir. Oysa mutasyonlar ne kadar fazla gerçekleşirse gerçekleşsin, virüsler hiçbir şekilde bir başka canlıya dönüşmemektedirler. Meydana gelen mutasyonlar sonucunda milyonlarca yıldır hiçbir virüste yavaş yavaş organeller oluşmaya başlamamıştır, virüs bir prokaryot hücreye dönüşmemiştir. Virüsler tarih boyunca içinde DNA barındıran protein kılıfları olarak kalmışlardır. Çünkü MUTASYONLAR DNA YAPISINA YENİ BİRŞEY EKLEYEMEZ VE CANLIYA YENİ ÖZELLİKLER KAZANDIRAMAZLAR. Ayrıca virüslerde meydana gelen mutasyonlar, yalnızca belirli bir genetik ortalamanın etrafında dönüp dolaşan kalıtsal dalgalanmalardan ibarettir.

Virüslerle ilgili, programda bahsedilen diğer konu ise, domuz gribi gibi virüs kaynaklı hastalıkların kendiliğinden oluştuğu yanılgısıdır. Domuz gribine yol açan ve insanlara da bulaşabilen A/H1N1 virüsü, kuş gribi, insan gribi ve domuz gribi virüslerinin birleşimiyle oluşmuş bir virüstür. Bu virüsün oluşabilmesi için çok önemli bir şart vardır. A/H1N1 virüsü, ancak domuzların solunum yollarındaki reseptörlerde oluşabilir. Yani domuzların solunum yollarındaki özel reseptörler olmadan, doğada bu virüs kendi kendine oluşamaz. Dolayısıyla Ender Helvacıoğlu’nun bu konuda vermiş olduğu bilgi hatalıdır. Ayrıca A/H1N1 virüsünün bu reseptörlerde oluşması için, yukarıda da saydığımız 3 virüsün yani kuş gribi, domuz gribi ve insan gribi virüslerinin zaten mükemmel şekilde var olmaları gerekir. Dolayısıyla burada hiç yoktan kendi kendine meydana gelen bir yapı yoktur.

Yüce Allah her canlıyı mükemmel olarak yaratmıştır ve canlılar, hiçbir değişime uğramadan tarih boyunca en mükemmel halleriyle var olmuşlardır. Darwinizm’in en büyük açmazı, bu gerçeğin apaçık ortada oluşudur


DNA'NIN MUCİZEVİ YAPISI EVRİM TEORİSİNİ GEÇERSİZ KILAN DELİLLERDEN BİRİDİR

Çocukluğumuzdan bu yana biyolojiden, fosilbiliminden, canlıların nasıl ortaya çıktıklarından veya toplumların gelişiminden bahsedildiğinde karşımıza hep aynı kelime çıkmıştır: "Evrim". Evrim inancına göre hayat birbirini takip eden tesadüfi bir süreç sonucunda, evrimleşerek oluşmuştur. Tek hücreli canlılardan insanlara kadar uzanan bu hayali süreç içinde insanların en yakın ataları maymunlar olarak kabul edilmiştir. Bunun yanısıra toplumların, inançların, ekonominin, yönetim şekillerinin, sosyolojinin ve psikolojinin evrimleştiği de iddia edilmiştir. Evrim görünmez bir ağ gibi bütün hayatımızı sarıp sarmalamış, fakat tüm bunlara rağmen geride bıraktığımız bir buçuk yüzyıl boyunca en çok tartışılan ve "yalanlanan" teori olmuştur. Çünkü bilimsel gelişmeler evrim teorisinin geçersizliğini gerek moleküler, gerek genetik, gerekse fosilbilimi alanında açıkça ortaya konmuştur. Özellikle de ilk canlının nasıl oluştuğu sorusu karşısında evrim teorisi çok büyük bir hezimet yaşamıştır.

Evrim teorisini savunanlar ilk hücrenin birbirini takip eden sayısız tesadüflerin, kör rastlantıların sonucunda oluştuğunu iddia ederler. Fakat Türlerin Kökeni isimli kitabıyla evrim teorisini ortaya atan Darwin'in çağdaşı Gregor Mendel'in genetik kanunlarını keşfetmesi, bunun yanısıra hücrenin ve organellerinin keşfi ve DNA'nın bulunmasıyla evrim teorisi sözde dayanaklarını da yitirmiştir.

Burada çok önemli bir noktanın altını çizmekte yarar vardır. Bilim adamları evrim teorisi hakkında sadece bilim adamlarının söz hakkı olduğunu, bilimsel bir kimliğe sahip olmayan kişilerinse en ufak bir fikir dahi ifade edemeyeceklerini söylemektedirler. 

Aslında bu çok önemli bir göz boyama, ilginç bir taktiktir. Evrimciler bu yolla evrim teorisinin sorgulanmasının, açıklarının ortaya çıkarılmasının önünü kapatmak isterler. Oysa evrim teorisinin bir aldatmaca olduğunu anlamak için bir bilim adamı olmaya gerek yoktur. Bu konu hakkında temel kitapları ve makaleleri okumak, ya da küçük çaplı bir araştırma yapmak teorinin açmazlarını anlamak için yeterlidir. Çünkü evrim teorisinin elle tutulur hiçbir yanı, hiçbir delili, hiçbir dayanağı, hiçbir mantıksal yanı yoktur. Daha hücrenin varlığından dahi haberdar değilken ortaya atılan bu iddianın hayali bir senaryo olduğunu bugün dünya çapında bilimsel otoriteler açıkça dile getirmektedir. Fakat buna rağmen bu gerçeği anlamak istemeyen evrimciler gerçeklere gözlerini, kulaklarını kapamaktadırlar.

Bütün bilimsel bulgular, bir canlının ancak yine bir başka canlıdan türediğini ve her canlı hücrenin, bir başka hücrenin çoğalmasıyla oluştuğunu gözler önüne sermektedir. Dünya üzerinde hiç kimse, en gelişmiş laboratuvarlarda dahi, cansız kimyasal maddeleri biraraya getirerek canlı bir hücre yapmayı başaramamıştır. Ama yine de hiçbir bilimsel gelişme evrimci bilim adamlarının bu dogmatik bağlılıklarını zedelemektedir.

Bu nedenle moleküler biyolojinin evrimci bilim adamlarına yaşattığı büyük hezimet üzerinde önemle durmak istiyorum. DNA gibi insanı hayrete düşüren bir bilgi bankasının varlığı bilim dünyası için çok büyük bir gelişmeydi ve geleceğin bilimi olarak kabul edilen genetik bilimi evrim teorisinin elinde kalan son dayanaklarını da yok ediyordu. Peki ancak bir elektron mikroskobuyla gözlemlenebilen DNA molekülü neyi ortaya koyuyordu?

Tesadüfler DNA'nın Yaratılışını Açıklayamaz 

20. yüzyılda bilim dünyasında yaşanan çok hızlı gelişmeler hücrenin insanın gözlemleyebildiği en kompleks sistem olduğunu gözler önüne serdi. Bugün hücrenin son derece kapsamlı bir fabrika gibi çalıştığı, bu fabrikanın çok büyük bir bilgi bankasına sahip olduğu ve herbiri kendi içinde çarpıcı özellikler taşıyan yüzlerce kompleks organel içerdiği tüm bilim adamları tarafından biliniyor. Tek bir hücrenin içerdiği bu kompleks sisteme dahi hiçbir açıklama getiremeyen evrim teorisi ise hücrenin alt parçacıkları karşısında tamamen çaresiz bir durumda. Çünkü canlılığı oluşturan her bir organel tesadüflerle asla açıklanamayacak özellikler içermekte ve her araştırma yeni bir özelliği gözler önüne sermektedir. DNA'nın yapısını biraz olsun incelemek hücrenin geneli hakkında da bize bir fikir verecektir.

Hücre proteinlerden oluşmaktadır. Proteinler ise "amino asit" adı verilen daha küçük moleküllerin belli sayılarda ve çeşitlerde özel bir sırayla dizilmelerinden oluşurlar. Şunu belirtmeliyim ki tek bir protein molekülünün bile doğal şartlarda tesadüfen oluşması ihtimal dışıdır. Çünkü proteinleri oluşturan tek bir aminoasitin yerinin değişmesi ya da bozulması tüm proteini işe yaramaz hale getirmektedir. Tabi burada proteinin hücrenin sadece tek bir parçası olduğunu da unutmayalım. Hücrenin içinde vitaminler, karbonhidratlar, nükleik asitler gibi pekçok kimyasal madde daha bulunmaktadır. Bu maddelerin de aynı protein gibi pekçok işlevleri vardır ve çok üstün bir tasarıma sahiptirler. Bu maddeler birçok farklı organelin içinde yapı taşı veya yardımcı molekül olarak görev yaparlar. DNA ise bu parçacıklardan sadece bir tanesidir. 

1955 yılında James Watson ve Francis Crick adlı iki bilim adamının çalışmaları sayesinde gün ışığına çıkan DNA, vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunur ve vücudumuzun kusursuz bir planını oluşturur. DNA molekülü bir insana ait akla gelebilecek her türlü bilgiyi içerir. Göz renginden, hastalıklara, iç organlardan ten rengine kadar her türlü bilgi DNA'nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA'daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bu, dört harfli bir alfabeden oluşan bir tür bilgi bankasıdır. 

DNA'daki harflerin diziliş sırası, insanın yapısını en ince ayrıntılarına dek belirler. 100 trilyon hücrenin planlarý tek bir hücrenin DNA'sında mevcuttur ve anne karnındaki tek hücreden, bir insan oluşana kadar olan bütün aşamalar DNA'daki bu bilgilere göre gelişir.

DNA'nın içerdiği bilginin muazzamlığını ancak örneklerle ifade etmek mümkündür. Örneğin bu bilgiyi kağıda dökmeye kalksak Britannica Ansiklopedisi'nin 40 katı büyüklüğünde bir ansiklopediye eşit olurdu. Ama bu müthiş bilgi, milimetrenin yüzde biri kadar olan hücrelerimizin içinde, hücreden çok daha küçük olan çekirdekte saklanmıştır. 

DNA'nın kompleks yapısı sadece boyutlarıyla ya da içerdiği muazzam büyüklükteki bilgiyle sınırlı kalmaz. DNA'nın helezon şeklindeki yapısı da insanda hayranlık uyandıran bir düzen ve uyum içinde yaratılmıştır. Canlı varlıklar hakkındaki hayati bilgileri içeren tek bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek en küçük bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirmektedir. İnsan vücudunda 200 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin tesadüflerle oluştuğu şeklinde bir iddiada bulunmanın ne kadar akıl ve mantık dışı olduğu daha açıkta anlaşılacaktır. Uzun yıllar moleküler evrim teorisine inanan Francis Crick bile DNA'yı keşfettikten sonra, böylesine kompleks bir molekülün tesadüfen, kendi kendine, bir evrim süreci sonucunda oluşamayacağını itiraf etmiş ve şöyle demiştir: 

"Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır." 

Crick'in de ifade ettiği bu mucizevi yaratılış fikrine dünya üzerindeki pekçok bilim adamı da katılmaktadır. Özellikle de DNA molekülünü inceleyen, araştıran bir kişinin bu apaçık gerçeğin aksini iddia etmesi son derece zordur. Çünkü ortada bir yaratılış harikası, eşsiz bir tasarım ve kusursuz bir uyum vardır. Bir başka itiraf da evrimci bir biyolog olan Frank Salisbury'den gelmektedir. Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 4 üzeri 1000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir.


Salisbury gibi daha pekçok bilim adamı yaptıkları olasılık hesaplarından sonra tesadüflerle oluşma ihtimalini "aklın kavrama sınırının ötesinde" kelimeleriyle ifade eder. Fakat bunun yanýnda evrimci bilim adamlarının itiraf ettikleri çok önemli bir gerçek daha vardır. O da "yaşam için bu kompleks moleküllerin hepsinin aynı anda ve birarada bulunması zorunluluğu"dur. Bu gerçek karşısında evrim teorisi tümüyle çaresizdir. Önde gelen bazı evrimciler bu konuda itiraflarda bulunurlar. Örneğin San Diego California Üniversitesi'nden Stanley Miller'in ve Francis Crick'in çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel şöyle demektedir: 
"Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır." 

Bu açıklamadan da şu sonuç çıkmaktadır: Yukarıda kısaca bahsettiğimiz tüm parçacıkların aynı anda, aynı kusursuzlukta, aynı uyum içinde ve birbirleriyle etkileşim içinde oluşmaları şarttır. Ve bu durum ne tesadüflerle, ne de başka herhangi bir evrim mekanizmasıyla kesinlikle açıklanamaz. Ortada apaçık bir tasarım harikası bulunmaktadır. Kısacası evrimci bilim adamlarının -kendi sözlerinde de ifade ettikleri gibi- tesadüflerle değil canlıların varlığını, canlıları oluşturan tek bir hücrenin oluşumunu dahi açıklayabilmeleri mümkün değildir. Çünkü başıboş tesadüflerin, kör rastlantıların ve ilkel dünya koşullarının bu muhteşem uyumu, göz kamaştırıcı düzeni, kusursuz çeşitliliği oluşturmaları imkansızdır. Sonuç olarak canlılık evrimcilerin iddia ettikleri gibi ilkel dünya koşullarında, tesadüfler sonucu ve tanımlanamayan bir süreç içinde oluşmamışlardır. Bu durumda tek kabul edilecek olan gerçek, canlıları sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah yaratmıştır ve en güzel şekilde suret vermiştir. Bu gerçek yüzyıllardır yaratılış gerçeğine karşı ciddi bir mücadele veren evrim teorisini geçersiz kılmaktadır. 

EVRİM TEORİSİ

Kısaca evrim Teorisi canlılığın denizde tesadüfen önce küçük bir mikrobik canlı olarak başladığını, daha sonra o mikrobik canlının birleşerek ilk balık türünü  oluşturduğunu ve bu balık türünün de her ne hikmetse gücünü yine mutasyonlardan alarak karaya adım attığını ve yine tesadüfi mutasyonlar sonucu farklı canlı türlerinin oluştuğunu ve bu türlerin de mutasyonlarla ihtiyacı olan değişiklikleri (örneğin bir kara canlısının uçması gerekiyor, mutasyonlar da sanki zeki ve yararlı olaylarmış gibi canlının genlerinde oynamalar yaparak o canlıyı kanatlı bir kuş haline çeviriyor) geçirdiğini iddia eder.

BAKTERİLERİN ANTİBİYOTİK DİRENCİNİN EVRİME DELİL OLDUĞU İDDİASININ GEÇERSİZLİĞİ

BAKTERİLERİN ANTİBİYOTİK DİRENCİNİN EVRİME DELİL OLDUĞU İDDİASININ GEÇERSİZLİĞİ


Bakterilerin antibiyotik direnci genellikle Darwinistler tarafından sözde evrimleşmeye bir delil olarak gösterilmeye çalışılır. Oysa bakterilerin bu özelliği, canlıya herhangi bir evrimleşme sağlamadığı gibi, bir Yaratılış delili olması bakımından evrim teorisini çürütmektedir.

Bakterilerde bazı antibiyotiklere karşı direnç genleri, daha o antibiyotikler üretilmeden öncesinden beri vardır. Bu gerçek Scientific American dergisinde şu şekilde ifade edilmiştir:

“Çok sayıda bakteri, daha ticari antibiyotikler kullanılmaya başlamadan önce de direnç genlerine sahipti. Bilim adamları bu genlerin neden evrimleştiklerini ve varlıklarını sürdürdüklerini kesinlikle bilmiyorlar.”

Medical Tribune
dergisi de 1986 yılında yapılan bir araştırma sonucunda 19. yüzyılda yaygın olan bakterilerin, 20. yüzyılda üretilen antibiyotiğe karşı direnç özellikleri taşıdığının saptandığı belirtilmiştir. Bu tür direnç özelliklerinin penisilinin icadından önce de birçok bakteri türünde mevcut olduğu tıp dünyasında bilinen bir gerçek olmasına rağmen bakterilerdeki direnç özelliğinin hala evrimsel bir gelişme gibi öne sürülmesi, sadece aldatma amaçlı bir iddiadır. Bakterilerin daha üretilmemiş antibiyotiklere direnç geliştirmeleri gibi olağanüstü bir olay, Yaratılıştaki mükemmelliğin çok önemli bir delilidir.

Bakterilerin antibiyotik direncinin, evrimleşme olmadığının delilleri şöyledir:

•    Bakterilerin kendi türleri içinde sayısız çeşitleri vardır. Bunların bir kısmı, bazı ilaçlara karşı direnç sağlayacak genetik bilgiye sahiptir. Bakteriler belli bir ilacın etkisine maruz kaldıklarında, ilaca dayanıksız olanlar yok olur; dirençliler ise hayatta kalır ve daha fazla çoğalma imkanına kavuşurlar.

•    Belli bir zaman sonra tamamen yok olan dirençsiz bakterilerin yerini, hızla çoğalan bu dirençli bakteriler doldurur. Bir süre sonra, aynı bakteri türü yalnızca söz konusu antibiyotiğe dirençli olan bireylerden oluşmuş bir koloni haline gelir ve artık aynı antibiyotik o bakteri türüne karşı etkisiz olur.

•    Ancak bakteri yine aynı bakteri, tür yine aynı türdür. Herhangi bir evrim yaşanmamıştır. Bakteriler 3.5 milyar yıldır yeryüzünde vardırlar ve hala aynı bakteri olarak varlıklarını sürdürürler. Söz konusu iddia, Darwinistlerin en büyük aldatma yöntemlerinden biridir.